Ergenekon davasında ilk cezayı KİM alacak?
27.11.2011
dakin@t24.com.tr
http://www.t24.com.tr/dogan-akin/kose-yazisi.aspx?author=24&article=4354
Ergenekon
soruşturması ve davaları süreci 12 Haziran 2007'de bir ihbar üzerine
Ümraniye'de bir eve yapılan baskınla başladı. Aradan geçen yaklaşık 4,5
yılda seri gözaltı operasyonları ve tutuklama kararları birbirini
izledi. Ancak çeşitli dalgalarda gözaltına ve yıllardır tutuklu olan hiç
kimse hakkında hâlâ sonuçlanmış tek dava bile bulunmuyor.
Ergenekon
sürecinin önemli davalarından birisinin ilk duruşması 22 Kasım Salı
günü yapıldı. ODA TV davası olarak bilinen bu davanın önde gelen
sanıkları gazeteciler. Bu gazeteciler arasında bulunan ve yazdıkları
kitap ve kitap taslakları nedeniyle tam 271 gün, yani yaklaşık 9 ay önce
tutuklanan Nedim Şener ile Ahmet Şık, 25 Ağustos 2011'de
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvurdular. İki meslektaşımız
da, dilekçelerinde; gözaltına alınma, tutuklanma ve tutukluluk
koşullarının Türkiye'nin de uymayı taahhüt ettiği Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'ne (AİHS) aykırı olduğunu, ifade ve basın özgürlüklerinin
ihlal edildiğini dile getirdiler.
Şener ve Şık'ın AİHM'ye
yaptıkları başvuruların ortak noktasını, AİHS'nin “Özgürlük ve Güvenlik
Hakkı” başlığını taşıyan 5. maddesi ile “İfade Özgürlüğü” başlığını
taşıyan 10. maddesi oluşturuyor. Meslektaşlarımız, “somut kanıt
olmaksızın” tutuklanmalarının ve kendilerine yöneltilen suçlamaların
hangi kanıtlara dayandığı konusunda bilgi verilmemesinin AİHS'nin Türk
vatandaşlarının da “özgürlük ve güvenlik hakkı”nı koruyan hükümlerine
aykırı olduğunu vurguladılar.
Başvurularda; Şener'in piyasada
satılan kitabı ile Şık'ın henüz yayımlanmamış kitap çalışmasının “terör
örgütü dokümanı” ve “terör örgütü üyeliğinin kanıtı” gibi
değerlendirilmesinin ifade özgürlüğünün ihlali olduğu anlatıldı.
İç hukuktan üstün olan AİHS ne diyor?
Şener
ve Şık'ın başvurusunda temel alınan ve Anayasa'nın 90. maddesine göre
iç hukukumuzdan daha üstün bir statüsü bulunan AİHS'nin “Özgürlük ve
Güvenlik Hakkı” başlıklı 5. maddesinin konumuzla ilgili hükümleri şöyle:
“Herkesin kişi özgürlüğüne ve güvenliğine hakkı vardır.
Yakalanan
her kişiye, yakalama nedenleri ve kendisine yöneltilen her türlü
suçlama en kısa zamanda ve anladığı bir dille bildirilir.
Yakalanan
veya tutulu durumda bulunan herkes(in) … makûl bir süre içinde
yargılanmaya veya adli kovuşturma sırasında serbest bırakılmaya hakkı
vardır.
Yakalama veya tutuklu durumda bulunma nedeniyle
özgürlüğünden yoksun kılınan herkes, özgürlük kısıtlamasının yasaya
uygunluğu hakkında kısa bir süre içinde karar vermesi ve yasaya aykırı
görülmesi halinde kendisini serbest bırakması için bir mahkemeye
başvurma hakkına sahiptir.
Bu madde hükümlerine aykırı olarak
yapılmış bir yakalama veya tutulu kalma işleminin mağduru olan herkesin
tazminat istemeye hakkı vardır.”
Şener ve Şık'ın başvurularında
diğer dayanak olan “İfade Özgürlüğü” başlıklı AİHS'nin 10. maddesi de
“Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak,
kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları
söz konusu olmaksızın haber veya fikir almak ve vermek özgürlüğünü de
içerir” hükmüyle başlıyor. Madde, bu temel esası koyduktan sonra, ifade
özgürlüğünün ancak “demokratik bir toplumda zorunlu tedbirler
niteliğinde” görülebilecek gerekçelerle, örneğin “ulusal güvenlik”
nedeniyle sınırlanabileceğini hükme bağlıyor.
AİHM 'açıklanması mümkün olmayan deliller'i soruyor
Tutuklandıktan
ancak 8 ay sonra suçlanan diğer isimlerle birlikte ilk duruşmalarına
çıkarılan iki meslektaşımızın başvurusu AİHM tarafından yaklaşık 2,5 ay
içinde değerlendirildi ve Strasbourg geçen hafta Ankara'dan savunma
istedi. Savunma için 14 hafta süre veren AİHM, Türkiye'den Şener ve
Şık'ın gözaltı, tutuklanma ve tutukluluk koşullarının AİHS hükümlerine
uygun olup olmadığı konusunda ayrıntılı bilgi istiyor, davacılara hangi
nedenlerle suçlandıklarının açıklanıp açıklanmadığını soruyor.
Bu
nokta önemli, zira, Şener ve Şık tutuklandığında “Ergenekon terör
örgütü üyeliği”yle itham edilmiş, ancak savunma hakları kısıtlanarak,
kendilerine ve avukatlarına neden böyle suçlama yapıldığına ilişkin
hiçbir kanıt sunulmamıştı. Operasyonu yürüten savcı Zekeriya Öz,
tutuklamanın ardından yaptığı yazılı açıklamada, bu durumu “Ergenekon
Terör Örgütü soruşturması kapsamında elde edilen ve soruşturmanın
gizliliği nedeniyle bu aşamada açıklanması mümkün bulunmayan bir kısım
delillerin değerlendirilmesi sonucu yapılması zorunlu hale gelen
hukuksal bir işlemdir” ifadesiyle gerekçelendirmişti.
Tutuklamadan
yaklaşık 5 ay sonra, 26 Ağustos 2011'de açıklanan iddianamede bugüne
kadar “o aşamada açıklanması mümkün olmayan bir delil”e rastlanmadı.
Ceza Muhakemeleri Kanunu'nun tepe tepe kullanılan tuhaf hükümlerine göre durumu şöyle özetleyebiliriz:
- Cinayet işlediğin için tutukluyoruz.
- Nasıl işledim, kimi öldürdüm?
- Açıklamamız mümkün değil!
Kitap ile terör örgütü üyeliği bağını açıklayın
AİHM,
kalan 13 hafta içinde Ankara'dan gelecek cevapta, hükümeti eleştiren
kitaplar ile “terör örgütü üyeliği” suçlaması arasında nasıl bir bağ
kurulabildiği konusunda ikna edilmeyi de bekliyor. Ankara’nın “Bombadan
bile tesirli kitaplar” olabileceği iddiasını Strasbourg’a izah etmesi
gerekecek.
Hükümet, AİHM'nin sorularını nasıl cevaplayacak,
bilemiyoruz. Ancak hükümetin işi, biri Ankara'dan, diğeri de
Strasbourg'dan kaynaklanan iki nedenle hiç de kolay değil. Ankara'dan
kaynaklanan neden, peşin cezaya dönüşen tutuklamalar ile yargıdaki
uygulamaların, bırakın muhalefeti, Köşk'ten hükümet üyelerine kadar
uzanan geniş bir yelpazede eleştirilmesi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün,
1 Ekim'de TBMM'yi açış konuşmasını hatırlayın. Gül, o konuşmada
“hukukun, siyasi üstünlük sağlamanın bir aracı olmadığını”, “haksızlık
ve adaletsizliğin hukuk kılıfına sarılmamasını”, “tutuklulukların fiili
cezaya dönüşmemesi gerektiğini” vurgulama ihtiyacı hissederken AİHM'nin
Şener ve Şık için Ankara'ya yönelttiği sorulara da cevap vermiş olmuyor
mu?
Erdoğan: Siyaseti bu yargının eline nasıl teslim edelim?
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın,
bu yıl Mart ayında Rusya'dan dönerken milletvekili dokunulmazlıklarını
savunmak için neler söylediğini hatırlayın. AİHM'nin sorguladığı Türk
yargısı için bakın bu ülkenin Başbakanı neler söylemişti:
“Siyasette
kürsü masuniyeti farklı bir şey. Yasama organını yargının vicdanına
terk etmiş oluruz. Bir başbakan olarak adım atsanız, bir savcı size
karşı hissi baksa, hakkınızda dava açsa, bir ülkenin başbakanı o
savcının elinde oyuncak olacak. Sincan Hâkimi Cumhurbaşkanı Abdullah
Bey'i aldı, kendine göre dalgasını geçti. Benimle ilgili alt mahkemeler
karar verdi. Aynı kişi MHP'den aday adayı. Siyaseti nasıl bunların eline
teslim edeceksiniz?”
“Siyasetin güvenmediği bir yargıya bu
ülkenin gazetecileri, bilim insanları, öğrencileri, hülasa bütün
vatandaşları neden teslim edilsin” sorusuna meşruiyet kazandıran bu
sözler, yargının elindeki mevzuatı biçimlendiren Başbakan'a ait.
AB: İfade ve basın özgürlüğü kısıtlanıyor, endişeliyiz
Evet,
AİHM'nin Şener ve Şık için cevap beklediği Ankara'nın işi
Strasbourg'dan kaynaklanan nedenler yüzünden de zor, demiştik.
Ankara'dan cevap bekleyen AİHM'nin genelde yargı, özelde Oda TV davası
için kuvvetli bir kanaat notu bulunuyor. Hiç de iç açıcı olmayan o not,
ekim ayında Avrupa Birliği'nin icra organı olan AB Komisyonu tarafından
yayımlanan 2011 Türkiye İlerleme Raporu'nda maddeler halinde
sıralanıyor. Şu satırlar o rapordan:
- Rapor döneminde (Ekim 2010-Eylül 2011) basın özgürlüğü de dahil, ifade özgürlüğüne ilişkin endişeler dile getirilmiştir.
- Türkiye’de darbe planı iddiasıyla açılan ilk dava olan Balyoz davası
(…) iddanamede sözü edilen bazı delillere erişimin kısıtlanması,
savunma hakkı ve adil yargılanma hakkı bakımından endişelere neden
olmuştur. Tutuklama kararlarına ilişkin ayrıntılı gerekçeler
gösterilmemesi savunma makamı tarafından dile getirilen bir diğer endişe
kaynağıdır.
- Suç örgütü olduğu iddia edilen Ergenekon ile
ilgili dava devam etmiştir. (…) Medya mensuplarının söz konusu suç
örgütüne dahil olduğu iddialarına ilişkin soruşturma, aralarında
Ergenekon soruşturmasının önde gelen destekçilerinin de bulunduğu bazı
gazetecilerin tutuklanmasıyla devam etmiştir. Mart 2011’de, tutuklu
gazetecilerden biri tarafından (Ahmet Şık) yazılan yayımlanmamış bir
kitabın kopyalarına “terör örgütü belgesi” olduğu gerekçesiyle mahkeme
emriyle el konulmuştur. Yayımlanmamış bir kitaba suç delili olarak el
konulması, Türkiye’deki basın özgürlüğü ve davanın meşruiyeti ile ilgili
endişelere neden olmuştur.
- Tutuklamalar ile
iddianamelerin sunulması arasında geçen sürenin uzunluğu, iddia makamı
tarafından sunulan delillere savunma makamının kısıtlı erişimi ve
soruşturma emirlerinin gizliliği, etkili yargı güvencesinin tüm
şüpheliler için sağlanması bakımından endişeleri artırmaktadır.
- Ceza
Muhakemesi Kanunu'nun tutuklamayla ilgili maddelerinin kapsamını aşan
şekilde uygulanması, bazı durumlarda cezalandırıcı tedbirlerle benzer
etkiye sahip olabileceğinden, aynı endişe, bu konu için de geçerlidir.
Yargılama öncesi tutukluluk sürelerinin uzunluğu endişe sebebidir.
-
Tutuklama ve gözaltının alternatifleri az kullanılırken, Ceza
Muhakemesi Kanunu'nun tutuklamalara ilişkin maddeleri çoğunlukla cezai
tedbirlerle aynı etkiye sahip olacak biçimde kullanılmıştır.
- Yargılama
öncesi tutukluluk uygulaması, kamu yararı bakımından kesin gereklilik
içeren durumlarla sınırlı değildir. Terörle ilgili bazı davalarda,
sanıkların ve avukatlarının suç kanıtlarına erişimine yargılama
sürecinin erken safhalarında izin verilmemiştir.
- Adli
kontrol yerine sık sık tutuklamaya başvurulması, bilgi, kanıt ve
ifadelerin sızdırılması, dosyalara sınırlı erişim, tutukluluk
kararlarına ve bu kararların gözden geçirilmesine ilişkin ayrıntılı
gerekçeler gösterilmemesi endişe yaratmıştır.
- Ekim
2010’dan bu yana (Eylül 2011) AİHM’ye toplam 7 bin 764 yeni başvuru
yapılmıştır. Bunların önemli bir bölümü, adil yargılanma hakkı ve
mülkiyet hakkının korunmasıyla ilgilidir.
- İfade
özgürlüğünün çok sayıda ihlali ciddi endişe yaratmaktadır. Uygulamada
basın özgürlüğü kısıtlanmıştır. Gazetecilerin hapsedilmesi ve Ergenekon
soruşturmasıyla ilgili yayımlanmamış bir kitaba el konulması, bu
endişeleri artırmıştır. Çok sayıda gazeteci hâlâ tutukludur. Kürt
meselesi hakkında yazan birçok yazar ve gazeteci hakkında çok sayıda
dava açılmıştır. Kürt meselesi hakkında haber yapan veya Kürtçe yayın
yapan gazeteler üzerindeki baskı devam etmektedir. Bazı sol görüşlü ve
Kürt gazeteciler, terörizm propagandası yapmaktan hüküm giymiştir.
-
Türk ceza mevzuatı son derece sorunlu olmaya devam etmektedir; ifade
özgürlüğünün sınırlanmasında orantısız olarak kullanılmaya açıktır. (…)
Terörle Mücadele Kanunu kapsamında terörizmin geniş tanımından
kaynaklanan ifade özgürlüğü kısıtlamaları endişe yaratmaya devam
etmektedir.
- Bir diğer önemli sorun ise, ifade özgürlüğü
ihlallerine neden olan, mevcut yasal hükümlerin mahkemeler ve savcılar
tarafından yorumlanmasında ve uygulanmasındaki orantısızlıktır.
Ceza
yargılamalarının ve tutukluluk sürelerinin çok uzun olması ve
sonuçlanmamış davalarda sanıkların aleyhine kullanılan delillere erişim
ile ilgili sorunlar var. Bunlar ve üst düzey hükümet ve devlet
görevlileri ile ordu tarafından basına sıklıkla dava açılması,
Türkiye’deki ifade özgürlüğü üzerinde olumsuz etki yaratmakta ve Türk
medyasında geniş bir oto sansüre neden olmaktadır.
İfade özgürlüğü konusunda,
hassas addedilen konular da dahil, açık tartışmalar devam etmiştir.
Bununla birlikte, gazeteciler, yazarlar, akademisyenler ve insan hakları
savunucuları hakkında açılan çok sayıda davayla ve medya üzerindeki
gereksiz baskılarla, ifade özgürlüğü uygulamada gözardı edilmekte ve bu
durum endişelere sebep olmaktadır. Mevcut mevzuat, ifade özgürlüğünü
AİHS’ye ve AİHM içtihadına uygun şekilde yeterince güvence altına
almamakta ve yargının kısıtlayıcı yorumlarda bulunmasına izin
vermektedir. Türkiye’deki yasal ve yargısal uygulamalar, mevzuat, cezai
usuller ve siyasi tepkiler, bilgi ve fikirlerin serbestçe paylaşılması
önündeki engellerdir.
İlk cezayı kim alacak?
Evet, AB ve AİHM, “ekspres tutuklamaların peşin cezaya dönüştüğü” Türkiye'yi sorguluyor.
Peki tutuklamalar nasıl peşin cezaya, bir “ön yargı”ya dönüştü?
“Başbakan'ın
da güvenmediği yargıya teslim edilip yıllardır tutuklu yargılanan
insanların tahliye taleplerini defalarca reddeden mahkemelerin, beraat
gereken durumlarda bu kararı nasıl alabilecekleri” sorusu, cevabı
önümüze koyuyor!
Artık başlıktaki soruya dönebiliriz; Ergenekon davalarında ilk cezayı kim alacak?
Ergenekon
sürecinde 4,5 yıldır sonuçlanmış tek dava bulunmazken önünde AB'nin
hazırladığı kırık bir demokrasi karnesi olan AİHM, Şık ve Şener'in
başvurusunu 2,5 ayda ele alıp Türkiye'yi sorguladığına göre cevap belli
değil mi?
Mevzuat ve yargının hali konusunda Cumhurbaşkanı ve
Başbakan'ı Avrupa Birliği ile mutabakat içinde görünen Türkiye, bu
gidişle Ergenekon nedeniyle ceza alan ilk sanık olacak.
Yazık;
Ergenekon, darbeye heveslenenlerden ilk kez hesap sorulmasını içeren
tarihsel bir süreci AİHM'de sanık sandalyesine oturtmanın da adı
olabildi bu ülkede!