Nihat Genç: Leleler
Nihat Genç: Leleler12.07.2012 18:51 Leleler, bir klan bir kabile adı gibi, bağışlayın beni ne yapayım, başka bir isim bulamadım, hediye ve minnetle rehin alınıp, ajanlıkta kullanılan bu hepinizin tanıdığı cemaat çocuklarına bilmem başka ne ad verelim? Leleler’i çok iyi tanırım, Anadolu’nun köy ve kasabalarından yüzlercesinin akıllara durgunluk veren trajik aile hikayelerine şahit oldum, her biri Anadolu gerçeği dipsiz yoksulluk öyküleri içinde büyümüş. Tarifsiz yoksulluklarının mucizelere dönüştüğüne de dünya gözlerimle şahidim. En sert toplumsal gerçekçi romanların konusu olabilecek bir yığın trajik hikaye, çoğu darmadağınık aile faciaları içinde büyüyüp, bir zaman sonra cemaat okullarına alınıp, doktor, savcı, hakim oldukları da bir başka yönüyle ‘iyilik’ ve ‘insanlık’ masalı. İçlerinde öyle çalışkan idealist fedakar gençler tanıdım ki şimdi dünyanın bilmem hangi bucağında gönüllü ve sonsuz hevesle çalışan bu çocukların her birinin hayat hikayeleri ayrı bir roman konusu. Gazetelerin sadece üçüncü sayfalarına konu olabilecek kriminal ailelerin çocuklarından muhteşem bir enerji muhteşem bir sabır ve sadakat üretmek ancak tasavvufla açıklanabilecek bambaşka bir ‘başarı’ öyküsü. Devlet’in eğitimi paralı olmaya ve devletin parasız yurtları milyonların ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldikçe, adına cemaat denilen bir modern örgüt, dersaneleri ve öğrenci evlerini organize edip çoğalarak ve bu soylu iyilik hareketinden çoktan uzaklaşıp, tarihlerde eşine rastlanmaz belki de tüm coğrafyaların en tuhaf ajan hikayelerinin kahramanı olmaya başladılar. El altından gizlice ve sinsice askeri ve yargı kadrolarına sabırla sızıp, bu yapıları dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiş şekilde tamamen ele geçirmeleri, şimdilik sadece istihbarat servislerinin dikkatinde, ama önümüzde yıllarda dünya basın ve siyasetinin en çok konuşacağı konuların başında gelecek, herkes hazırlıklı olsun, böyle bir yılan hikayesi ne duyuldu ne masallarda anlatıldı. AMERİKAN AJANLARI OLARAK ÇALIŞIYORLAR AMA İSİMLERİ YABANCI DEĞİL Leleler’in sırf okumak adam olmak için başlayan bu cemaat öyküsünün akıl almaz bir ajanlık ve köleliğe dönüştürülmesinin psikolojik tarafıyla artık birkaç satır yazsak ne olur yazmasak ne? Ancak okumak için yola çıkan bu tertemiz çocukların ajanlıkla biten hikayeleri ‘doğanın’ ve ‘devletin’ düzeniyle çok yakınla ilişkili. Doğanın da bir aklı var insanın da bir aklı var devletin de bir aklı var Tanrı’nın da bir aklı var, biz modern insanlar hayat ne kadar değişirse değişsin hepsinin ‘aklına’ yatkın uyumlu fikirlerin sahipleri olmak zorundayız. Hepimizin ırkı dini cinsi farklı olabilir ama hepimiz öz’de insanız ve insanın en temel ortak özelliklerini hepimiz aynı şekilde taşıyoruz, yani, insan evladının öz’üyle ruhu’yla ilgili bir yırtılma bir başkalaşma söz konusu, yoksa tarih, kitaplar, hayatlar, psikolojik tahliller ortada, bir insan evladı bu denli hain olamaz, bunun bir açıklaması olmalı. Bu temiz yoksul ve sahipsiz çocuklar bugün bulundukları kasaba ve ülkelerde kendi cemaatinden olmayan herkesi tek tek düşmanca fişlemeye hangi duygularla başladı, bu hiçbir kültürde hiçbir coğrafyada ‘normal’ değildir. Bu temiz yoksul sahipsiz Anadolu’nun çocukları bugün bulundukları kasaba ve ülkelerde her biri birer CIA ajanı olmaya hangi duygularla sokuldular. Bu sizce de hepimizin altından kalkması gereken çok sert bir soru değil mi? Bugün Amerikan ajanları olarak çalışıyorlar ama henüz isimleri ‘yabancı’ değil, Ahmet Mehmet adı taşıyorlar ve kimliklerinde İslam Müslüman Anadolu yazıyor, bu çocukların bu kadar sert şekilde dönüştürülmelerinde bizlerin de sorumluluğu hiç yok mu? Unutmayalım, her insan evladı, kullandığı teknik aletin (sapan olur, bıçak olur, sopa olur, tornavida olur.) enerjisini kendine bedenine geçirmesi uygarlık ve kültürün başlangıç mucizesidir. Bu onbinlerce çocuğun enerjisini de birileri kendi sinsi gizli siyasi örgütlerinin gücüne enerjisine çoktan dönüştürmüş durumda, oysa bu enerjiyi kendi bedenine geçirecek olan devletin ve toplumun ta kendisiydi. Üstelik dünyayı yöneten büyük güçler, bu büyük potansiyeli, muz yaprağından yaz eğlencesi güneşlik bir şapka yapar gibi kolaylıkla başardılar, kendi toplumsal varlığımızdan onbinlerce genci nüfuslarıyla ruhlarıyla kopartıp kendi siyasi çıkarlarına hizmete aldılar. Ki dünyayı yöneten bu büyük güçler tüm silahlı güçleriyle Afganistan ve Irak’a saldırdıkları halde aynı başarıyı Irak ve Afganistan’da dahi gösteremedi. Irak ve Afganistan’da bitmeyen sonsuz bir direniş karşısında tırsıp geri çekilmeye başladılar, ama heyhat, Türkiye’de arayıp da bulamadıkları bu büyük ‘organize’ yapı sayesinde işgal ve tasfiyede tüm dünyayı şaşırtacak kadar başarılı oldular. İnanın bu Amerika’nın tarih sahnesine çıktığı günden beri en nadide siyasi başarılarındandır, topsuz tüfeksiz bir ülkenin kurumlarını işte bu gençlerin varlıklarıyla topyekün ele geçirmek. Bu büyük başarının sırrı Fransız İhtilali’nin insanlığa büyük katkısı, cumhuriyet, ulus ve yurttaş gibi soyut kavramların büyüsünün sağ iktidarlarca bozulmasında saklı. Cumhuriyetle Türkiye’de yepyeni bir ‘devlet modeli’ inşa edildi ancak Cumhuriyet kadroları o devletin büyüsünü tılsımını özellikle elli yılı aşkın sağ iktidarlar sayesinde anlayamadı ve işletemedi. CUMHURİYET DÖNEMİNDE BEDAVA OKUTULUP YARGIÇ, DOKTOR OLANLAR VARDI Fransız İhtilaliyle insanlık, çeşitli siyasi ve imtiyazlı grupların her birine, toplum ve hukuk karşısında eşitlemek için bir aritmetik problemi gibi yaklaştı. Aritmetik dediğimiz sayılar ve işlemlerdir, sayılar, 1, 2, 3 vs. işlemler, toplama çıkarma çarpma gibi. Fransız ihtilaliyle tüm dünyada ‘siyaset’ işte bu ‘soyut’ kavramlarla değişmeye başladı. Cumhuriyet, ulus, yurttaş kavramları soyuttur, herkesi kapsar, kilise, burjuva, köylü, aristokrat, herkes bu soyut kavramlarla ‘tanımlanmaya’ başlandı. Efendilikler derebeylikler şeyhlikler keşişlik herşey iptal edildi. Yani ‘siyasal eşitlik’ Fransız İhtilaliyle dümdüz bir cetvel bir gönye gibi yola koyuldu. Sigorta, ayrım yapılmadan herkese, fırsat eşitliği, ayrım yapılmadan herkese, vergi, ayrım imtiyaz olmadan herkese, hukuk, zengin fakir demeden herkese eşitçe. Aristokrasinin ya da kilisenin imtiyazını kırmak ve topraksız sahipsiz adsız köylüler ya da işsizleri de yasalar önünde eşit hale getirmek insanlık için tarihlerde görülmedik en büyük devrim’di. Fransız ihtilali çıkışlı kurulan ulus devletler bu yüzden sağlık ve eğitim gibi en temel kurumlarını ayrım gayrım yapmadan ‘herkese’ aynı mesafede aynı katkıda eşitçe yerine getirmeye çalıştı, eğitimini de tıpkı dil gibi birliğini bozmadan. Tıpkı bir zamanlar Cumhuriyet’in parasız yatılı öğretmen okullarıyla Ağrı’nın dağ köylerindeki çocukları bedavadan okutup her birini yargıç hakim doktor yapması gibi. Daha derinini oturur siyaset bilimi okur anlarsınız, bugün modern dünyada, cumhuriyet, ulus, yurttaş kavramları kullanılmadan bir devlet bir anayasa bir hukuk sistemi inşa etmek mümkün değildir. Cumhuriyet, ulus, yurttaş gibi soyut kavramlar baş tacı edilmeden kurulmuş bir modern devlet de yoktur, olmadı, olamaz, ya da artık kendi adamlarınıza efendinize imtiyaz öncelik tanımak için her Allah’ın yılı soruları çalmak zorundasınız. Yani sen ve ben, siyaset ve hukuk önünde, şeriatçı, İslamcı, solcu, liberal, sağcı, hristiyan, Müslüman, laz, Kürt değil, birer yurttaşız. İşte modern devletlerin vazgeçilmez temel taşı budur ve bu temel taşları yerinden oynattığınızda ortada modern bir devlet ve hukuk kalmaz, resmi hukuk ihlallerinden bir zaman sonra toplum yorulur ve iç savaşın kargaşanın önü açılır. İstediğiniz kadar anayasa yapın istediğiniz kadar yasa çıkartın, cumhuriyet, ulus, yurttaş kavramları olmadan bir ‘düzen’ inşa etmeniz mümkün değildir. Ulusalcılar’a ya da Kemalistlere ya da uygulamalara küfretmek eleştirmek başka şey, siyaset biliminin vazgeçilmez en temel direği ulus ve yurttaşı görmezden gelmek başka şey, olmaz, kuramazsınız, çünkü cemaatte ve siyasette oylar birer birer sayılmaz insanlar tek tek birey olarak hesap edilmez. Yani, Cumhuriyet, ulus ve yurttaş kavramları siyaset biliminde insanlığın bulduğu en mucizevi kavramlardır ve ufukta bu kavramların yerini alabilecek başka bir büyü, tılsım, mucize henüz yoktur. Fransız İhtilali’nin bu herkesi siyaset ve hukuk önünde eşitleyen kavramlarına en büyük itiraz Rus ihtilaliyle geldi, asıl eşitlik mallar araziler rantlar zenginlikler üzerinden kurulmalı, üretim araçlarını ellerinde tutanlar istediği kadar avukat tutar ya da para gücüyle büyük siyasal imtiyazlar ele geçirir, bu yüzden ‘yurttaşlık’ sözde bir eşitliktir, gerçek sahici bir eşitlik için ‘mülkiyetin’ ve ‘zenginliklerin’ eşitçe paylaştırılması gerekir, deyip, tüm dünyanın gözlerini ekonomik yapının üzerine çevirdiler ve Fransız ihtilaline tamamlanmamış devrim gözüyle baktılar. 1980’DEN SONRA DÜNYA BAMBAŞKA BİR TARTIŞMAYA GİRDİ Ve işçilerin emekçilerin sadece emekleri değil ‘siyasal güçlerinin de’ anayasal garantiler altına alınmadığı takdirde bir kölelik düzeni doğar ve bu ‘sınıflı toplum’ yani imtiyazlı toplumun gerçekte hiç değişmediğini gösterir, diye, dünyanın altını üstüne getiren büyük sert itirazlarda bulundular. 1980’li yıllardan sonra ise dünya bambaşka bir tartışmanın içine girdi, sivil toplum, etnik haklar, eşcinsellik ve feminizm gibi tartışmalarla ırk, cins, siyasal katılımda eşitsizlikler üzerine dünyada yepyeni bir sayfa açıldı. Ve ulus devletler zaman içerisinde eşcinsellik, feminizm, siyasal katılım gibi bir çok itirazı yavaş yavaş kabullenmeye yasallaştırmaya çalıştı. Ancak etnik haklar’ı ulus devletlerin tölere etmesi hiçbir ülkede mümkün olmadı. Ulus devletler etnik hakların önünü sadece folklörik düzeyde açabiliyordu. Çünkü bir mezhebin bir kavmin kabilenin ya da etnik grubun siyasal olarak tanımlanması ‘ulus’u parçalayan ve iç savaşa ya da bölünmeye yol açan bir yere kadar geldi ve tıkandı. Yani etnik hakların önünü siyasal olarak açmak ulus devletler için mümkün değil, açtıkları zaman, ya bölündüler ya büyük şehirlerinde milyonların ölümüyle sonuçlanan iç savaşlar yaşayıp hayvanat bahçesi kafesleri gibi şehirleri ortadan bölündü. Velhasıl bölünmeden ve iç savaşa sürüklenmeden etnik siyasal hakların önünü açmak bugüne kadar mümkün olmadı. Dünya siyaseti içinde etnik siyasal hakların önünü ‘ulus devleti’ bölmeden açabilecek mucizevi çözümleri olanlar varsa, bu mucizevi çözümleri olanların dünya siyasetine katkısı, kuşkunuz olmasın Fransız ve Rus ihtilallerinden daha büyük olacaktır ve bu iki büyük insanlık devrimini de gölgede bırakacaktır. Bu yüzden bugün etnik siyasal hakların önünü açmak isteyenlerin gerilla savaşı ya da iç savaş kışkırtmaları dışında başka bir yol yöntem strateji taktik usulleri yoktur ve bu yüzden bugün için etnik siyasal hak taleplerini dayatanlar hep büyük emperyalist devletlerin gizli servisleri ve onlar adına konuşanlar olmuştur. Dağıtmayalım, bu kısacık özet yetsin, biz Leleler’e dönelim. Bir ilkel kabile şefinin kendilerini değiştirmek dönüştürmek için çalışan misyonerler için söylediği meşhur bir lafıyla başlayalım, kabile şefi misyonerler için şöyle der: ‘Tanrıya çok fazla dua ediyorlar ama bana hala az balta az bıçak veriyorlar.’ Kabile şefinin bir komün lideri olduğunu unutmayalım ve eşitsiz dağılıma karşı itirazda bulunduğu açıktır, çünkü bir komün’ün aklının almayacağı tek şey, ‘imtiyazdır’. KOMÜN’DE BÖLÜŞÜM HERKESE EŞİTTİR Komün’ü de küçümsemeyelim, komün dediğimiz şey, Fransız ihtilaliyle başlayan yepyeni siyasete ‘aritmetiği’ sokmuştur, çünkü komünde bölüşüm herkese eşitçe’dir, tıpkı sayılar gibi. Yani komün on kişisiyse sofraya da on tabak koyacağız, bu bazı bilmişlerin dalgaya aldığı gibi ‘pozitif’ bir bakış açısı değil bölüşmenin ‘ruhuyla’ ilgilidir. Yemeği herkese bölüştürdüğünüzde, toplumu birbirine bölüşmenin ruhuyla bağlayan bambaşka bir sosyal değer bulursunuz, bu sosyal değer aritmetik gibidir ama toplumu birbirine kardeşçe bağlayan en temel bağdır. Demokrasinin kökü de ‘aritmetiktir’, oylar zengin fakir laz kürt diye değil birer birer sayılır. İlkel toplum ortaklaşa bölüşüyordu ve biz buna ‘komün’ diyoruz, ki ‘komün’ tarihin ilk çağlarında kalmış antik sosyolojik bir yapı değildir, komün bugün varlığını halen dünyanın her aile her yuvasında yaşamını sürdürmektedir. Aile hayatı da bir ‘komün’dür, aile ortak mide ortak sofra demektir, aile bireyleri bir sofra başında toplanır ve kim ne kazandıysa sofraya getirir, çoluk çocuk büyük küçük tüm aile fertleri ailenin toplam kazancından eşitçe faydalanır, işte ulus’u hazırlayan felsefe bu komün’den yola çıkmıştır. Aile hayatının ortak bölüşümü insan evladına aileye derinden bağlılık gibi büyük bir güven ve şevk verir, her insan evladı, ailesine bu yüzden düşkündür ve kendisi kazandıkça aile bireylerine bölüştürmek için can atar, bu vazgeçilmez duygu, aslında hepimizin ‘komün’e yani ortak bölüşüme olan düşkünlüğümüzdür. Yani anne, baba, kardeş, yakınlık duygusu ‘ortak bölüştüğümüz’ ‘ortak büyüdüğümüz’ ‘ortak midemiz’ ‘ortak gelirimiz’ ‘ortak acılarımız’ ‘ortak yokluklarımız’la oluşur. Komün’ün ayrım gayrım demeden eve giren kazancı hepimiz için bölüşmesi, ‘kardeşçe’ dediğimiz ‘ortaklık’ duygusu, kökünü ‘komün’ün eşitlik duygusundan alır. Ve insanın dünya sahnesinde görüldüğü ilk günden beri geliştirdiği en köklü duygudur, bilinen tüm din ve uygarlıkların insani ölçüleri onbinlerce yıldır bu bölüşüm değerleriyle ölçülür. Bir ekmeği ortasından ikiye ayırıp hiç tanımadığınız insanlarla ortakça bölüşmeniz yeryüzü kültürünün en büyük ışığı, en büyük mucizevi değeri ve insanları birbirine bağlayan en yüksek hazinedir, ekmeği ortadan ikiye bölüştürdüğünüzde toplumu bir arada tutan görünmez mucizevi ışıktan ilahi tutkalı görürsünüz. İşte ‘komün’ün insanda bıraktığı mezhep üstü din üstü siyaset üstü muhteşem ‘kardeşlik’ duygusu budur. Bu duygunun adına şefkat, sevgi, aile bağı, annelik, babalık, kardeşlik diyebilirsiniz, ama bu duygunun bir diğer tanımı, ‘minnettarlıktır’. Mihnet, eziyet, çekilen acı demektir, türkülerimizde çokca duyarsınız, minnet, yapılan bir iyiliğin altında borçlu kalmak duygusudur, Anadolu insanı birisine borçlu kalmayı yani minnet’i mihnet diye en ağır eziyetten sayar. Anadolu kültüründe en çok bahsi geçen mevzu ‘kibir’den sonra ‘minnet’ duygusudur, kibir kendini başkasından üstün görmek, minnet ise seni boyunduruk altında tutan duygunun adıdır, tüm türkülerimizde ‘alarm’ gibi binlerce yıldır söylenir. İnsan evladının katlanamadığı en büyük eziyet bir başkasına borçlu kalmak duygusudur. Minnettarlık duygusu ise, kendisine yapılan iyilik’in hiçbir siyasi çıkar ilişkisi olmadan sadece kendisi için yapıldığına inandığı duygudur. Bu yüzden ilkel komün toplumunda olduğu gibi bugün bizlerin modern ailelerinde de çocuklarımız kimseye borçlu kalsın istemeyiz, kimsenin mihneti altında yaşamasına rıza göstermeyiz ve bunu bir namus şeref ve en büyük ahlak meselesi yaparız. Çünkü ailesinin ortak bütçesiyle bölüşen büyüyen çocuk ailesine karşı borçlu hissetmez kendisini, minnettarlık duyar, yani karşılıksız olduğuna inanır ve bir gün eline imkan geçtiğinde kendi çocuklarına karşı da aynı karşılıksız ilişkiye girer, dünya işte bu karşılıksız duygularla güneşin etrafında yuvarlanır gider, insan topluluklarını yöneten doğanın aklı dediğimiz budur ve Anadolu kültüründe bu akıl Allah’ın aklı’yla bütünleşmiştir.. ULUS DEVLETTE VERGİ SOYUTTUR Leleler, ailelerden kopartılıp bir cemaat organizasyonu içine alınarak, insan evladının minnet duygusuyla ömür boyu boyunduruğundan kurtulamadıkları (mihnet) işkenceye sokulur. ‘Siyasi çıkarları siyasi hesapları’ sonsuz başka tür bir ailenin fertleri haline getirilir. Ulus devletlerin paralı yatılı okullarında ya da burslarıyla okuyanlar da tıpkı aile gibi ‘devlete’ karşı kendilerini borçlu hissetmez, çünkü, vergilerini verirler, çünkü bu hakların herkese olduğunu bilirler ve bir gün kendi kazançlarıyla başka çocukların da aynı haklardan yararlandıklarını bilirler, zengin fakir denmeden herkesin ayrım yapılmadan askerlik görevini yapması gibi. Ki, kilise ve aristokrat imtiyazlarıyla sınıflanmış eski toplumlarda mesela bir hristiyan mezhebine ait okulda okuyan çocuk, o mezhebe karşı ya da kendini büyütüp besleyen derebeyine karşı kendini psikolojik bir bağımlılık içinde hissediyordu ve bu borcu aşırı abartılı bir sadakat duygusuyla ödemeye çalışıyordu, bizde hala yaşamını sürdüren feodal şeyhliklerde olduğu gibi. Bu yüzden ulus devletlerde vergilerin bağışların da isimleri yoktur, kimse kimseye muhtaç borçlu kalmasın diye, vergi de soyut’tur. Ve hristiyan olur Müslüman olur, ayrım yapmaz, ve onun köylüsü bunun akrabası torpil kayırma yapmaz, herkese aynı hakları verir. Bugün onbinlerce Lelenin kendilerini okutan besleyen büyüten cemaat ve cemaat önderlerine kendilerini borçlu hissetmesi, bu konuda verilecek en trajik derstir.. Ve bugün artık Leleler aç değil çıplak değil öksüz değil yetim değil, benim düşüncem, leleler, kendilerini cemaatin ekmeğine muhtaç bırakan ulus devletten tarihlerde eşine rastlanmamış bir intikam alıyor, hepimize ders olsun, benim düşüncem, bölüşüm değerlerini hiçe sayıp çocuklarını aç çıplak ona buna muhtaç bırakan her toplumun başına buna benzer felaketler geldi, geliyor, gelecek. Oysa ilkel toplumda olduğu gibi ulus devlet’de de ‘herkes herkese karşı borçludur’, birileri vergilerini verirken, bu vergilerimle sadece Yozgatlılar okutulsun diyemez, adını sanını bilmediğimiz ve bize hiçbir yakınlığı olmayan insanların da faydalanmasını isteriz. Yani vergilerimiz bağışlarımız ve yardımlarımız ‘soyut’tur, genel’dir, çünkü hiç tanımadığımız insanlarla gelirlerimizi bölüşmek daha büyük bir insanlık duygusuna ortak eder hepimizi. Ulus devlet imtiyazlara karşı savaşırken gücünü de buradan alır. Vergi devletin ortak gırtlağıdır ve herkese adil dağıtılmalıdır. Bir takım örgütler cemaatler imtiyazlı kurumlar bu ‘ortaklığı’ bozup sadece kendi üyeleri kendi müridleri kendi adamları için ‘yardımlaşmaya’ başlarsa, işte onbinlerce çocuğun bir başkasına ‘duygusal açıdan bağlanmasının’ önünü açar toplumu ortadan bölersiniz. Bu duygusal bağlanma çok geçmeden siyasal bir tuzağa ve çok geçmeden başka büyük ülkelerle ortak sinsi ajanvari çalışmalara kadar çoktan uzanır şaşırıp kalırsınız. HEDİYE VERİLEN İNSANI ‘REHİN’ ALIR İnsanoğlunun altından kalkamadığı bu ‘mihnet’ duygusunu tarihlerde en çok işleyen Anadolu kültürüdür, dinleyin okuyun, nerdeyse bütün kültürümüz birine karşı borçlu kalmanın en büyük acı ahlaksızlık olduğunu türküleriyle dualarıyla üstelik yiğitçe meydan okuyarak anlatır. İnsanın içinde böyle bir şey var, ruhen birine borçlu kalma duygusundan kimse kurtulamıyor. Bunu en güzel anlayacağımız en güzel örneği ‘hediye’dir, hediye, dünyamızda duygusal gücü inanılmaz en tuhaf eşya ya da alışveriş şeklidir. Hediye, verilen insanı ‘rehin’ alır. Bunun sebepleri bugüne kadar tartışılıyor ama tam karşılığı verilmiş değil, hediye verilmiş her insan, mutlaka ‘hediye’ye karşılık hediye vermek zorunda hisseder kendini. İlkel toplumdan bugüne insan evladı kendisine verilen hediyeyi (insan kişiliğinin bir çözülmemiş muamması) hiç karşılıksız bırakmadı. Hediyenin karşılıksız bırakılması insanın içini kurt gibi yediği köleleştirdiği borç içinde bıraktığı yani ‘bağımsız’ kişiliğine karşı en büyük meydan okuma olarak görüldü. Yani nasıl Freud, ego, bilinçaltı, libido gibi kişiliğimizin derinliklerine dair çok esaslı kavramlar türetti, bölüşmek duygusu da böyle, kişiliğimizi inşa eden en temel duyguların başında geliyor, borçsuz insan kendini rahat huzur daha özgür hissediyor. İnsanoğlu ‘hediye’ye karşılık veremediği zaman kişiliğinin ipotek altında kaldığını düşünür. Ciddi bir sorudur bu, neden her insan evladı aldığı hediyeye karşılık vermek ister, çünkü hediye, karşılıksız kalırsa kendi ellerine vurulan kelepçe gibidir. Hediye verene karşı kendini boyunduruk altında hisseder ve her insan evladı ölünceye kadar mutlaka hediyesini borcunu karşılıksız bırakmamak için çalışır. ( Hediye başka yönüyle de çok mucizevi bir eşyadır, hatta bugüne kadar savaşları önlemek için insanoğlu hala hediye’den başka bir çözüm dahi bulabilmiş değildir.) Hediye vermek insana güven vermektir, sen bendensin bizdensin sevgilimsin kardeşimsin demektir, daha da ötesi, açsak birlikte açız, doyacaksak birlikte, demektir. Nice enfes insan hikayesi okumuş duymuş yaşamışsınızdır, aradan elli sene geçse de kendisine çocukken yapılan bir iyiliğin karşılığını ödemek için çırpınan bütün malını varlığını bin cefaya tarifsiz yoksulluklara rağmen bulup ödeyen bağışlayan dürüstlük öykülerini. Size verilen hediyenin sahibini bulamazsanız dahi siz de artık bir başkasına ama o niyetle ve ölmeden en değerli vasiyet olarak karşılığını verirsiniz. ANADOLU YOKSULLUĞUN COĞRAFYASIDIR Kardeşlerim, Anadolu aynı zamanda yoksulluğun coğrafyasıdır. Yüzbinlerce çocuk aile faciaları içinde okuyacak okul, çalışacak dersane bulamadı. Ve birileri bu çocukları minnetle, hediyeyle bağışla kendilerine bağladı. Öyle ki, ortak bir ‘komün’ kurdular, bu ortaklık, onları o cemaate bir aile gibi bağladı. Hiçbir insan evladı bugüne kadar başaramadı, bu çocuklar da ‘minnet’ duygusuyla baş edemediler ve bu borçluluğun bu rehine edilmişliklerin üstesinden gelmeleri hiç de kolay değildi. Toplumumuz sağ iktidarlar boyunca eşitsizlikten yana hikayeler yazmadı, toplumumuz sağ iktidarlar boyunca bölüşmeden yana filmler çekmedi, toplumumuz, bu eşitsizliğin ortak yaşamın büyüsünü paramparça edebileceği trajedileri üzerinde pek de durmadı, aksine duranları içeri attı, yasakladı, sansürledi. Yine de insan bu, genellememek lazım, tanıdığımız onlarca Lele, zaman içinde büyüdüğü cemaatle arasına mesafe koydu, bir şekilde uzaklaşıyor adını unutturuyor, bir şekilde içinde bulunduğu yapının kendisini nasıl köleleştirdiğini uzun uzun düşünecek zamanı bulup ekmeğini yediği cemaati redediyor ve borcunu başka şekilde uzaktan ödüyor. Ve okuma çağında birilerine muhtaç olmuş yüzbinlerce genç, ruhlarını rehin almış bu borçluluk duygusunu, adını sanını hiç bilmedikleri mesela Doğulu bir yoksul çocuğu tek başlarına okutarak, cinsini mezhebini hiç merak etmedikleri bir başkasına gizli bağışlar yaparak, bir şekilde kişiliklerini rehine olmaktan kurtarmak istiyor. Bugünlerde vahşeti gırtlağımıza dokununca ancak anladık ki, devlet, sağcı politikacılarla soyulup en temel eğitim ve sağlık gibi harcamaları karşılayamaz hale geldikçe, birileri, bir cemaat, bir örgüt, ulus devlet’in elinden kendi siyasi hesapları uğruna çocukları minnet vefa duygularıyla kaçırmaya örgütlemeye ve hiç beklemediğimiz felaketlere ülkemizi savurabileceklerine ülkemiz bir felaketin eşiğine geldiğinde nihayet hisseder olduk. Ne hazin ne içinden çıkılmaz bir durum, ne, söylemesi bile insanın ağrına giden zor bir durum. Bugün adlarına ısrarla İslam, Müslüman diyen bu çocukların her biri dünyanın her bir ülkesinde Amerikan ajanı gibi kullanılıyor, her biri bugün Anadolu’nun köy ve kasabalarında komşularını fişleyen köstebekler gibi çalışıyor, her biri sınav hırsızlığı yapıyor her biri ülkenin en temel değerlerinin altını kendi cemaat hırsları için oyuyor. Sormak lazım Anadolu’nun bu temiz yoksul çocuklarının her biri Amerika’nın oyuncağı ajanı haline nasıl getirildi? Henüz kendi köylerinin türkülerini öğrenmeye fırsat bulamayacak çağda ve zaten ayakta kalması mucize olan ailelerden sökülüp alınarak, her birinin enerjileri, Irak’ta bir buçuk milyon Müslüman öldüren ve öldürmeye devam eden Amerika’nın FBI’sına otuz yıl gibi kısa süre içinde bağlanıverdi. Şimdi bu çocuklara, aileyi, komünü, ortaklığı, kardeşliği, bölüşmeyi, vefayı, minneti nasıl anlatalım, suçlu, bölüşmeyi hiç değilse eğitim ve sağlık da olsun beceremeyen ‘ulus’ olmanın ruhuyla oynayan Türkiye Cumhuriyeti hükümetleridir. BU ÜLKENİN ÇOCUKLARINI AMERİKAN İSTİHBARATININ KUCAĞINA KİM ATTI İnsan evladının en temel hakkı okumak için yola çıkan bu gençleri tuzağına düşüren, onları, ülkelerine topraklarına ve komşularına birer düşman haline getiren bir ‘ulus’u hepimiz masaya koyup çoktan tartışmalıydık. Bu siyasi organizmanın ‘insan’ dediğimiz varlığın ruhuyla nasıl ‘oynadığını’, mal batıya kaymadan toplumca anlayabilmeli toplumca eşitlikçi siyasal bir kavga verebilmeliydik, olmadı, işkenceler, darbeler, kovuşturmalar, eşitlikçi düşünen herkesin önünü kesti, yazarının çizerinin gırtlağını söküp parçalayarak çıkarttı. Ve sonunda özbeöz bu toprakların çocukları, FBI ajanlarıyla tertip içinde kendi ülkesinin askerlerine yüzlerce asılsız fuhuş, askeri casusluk gibi uydurma davalar açmaya doymayan bir hale geldiler. Ve sonunda özbeöz kendi köyümüzün kasabamızın mis gibi pırıl pırıl gençleri, her birimize tek tek iftiralar atan, olmayan belgelerle hepimizi zindanlarda çürüten bir büyük güç’ün sahibi işte altmış yılın sağ iktidarlarının vurdum duymazlığıyla başkalaşıp bu hale geldiler. Kendi topraklarında güvenecek sığınacak inanacak hiç kimse bulamamış, FBI ajanlarıyla kendi ülkelerini Afganistan’tan Irak’tan beter dağıtmak parçalamak için her türlü hukuksuzluğu göze almış canavarlar büyüdü son altmış yılın sağ iktidarları sayesinde. Ve bu çocuklar, bu büyülü muhteşem ülkemiz Anadolu’nun çocukları, hanginizin aklı alıyor bunu. Cumhuriyet, yurttaş, ulus gibi büyülü kavramların ruhuyla oynayanların hazırladığı bir tuzak bu, kim oynamışsa ‘komün’ün bölüşmenin, eşitlikçiliğin ruhuyla, hiç kuşkunuz olmasın, her coğrafyada her tarihte başına aynı felaketler gelecektir. Tekrar edelim: Anadolu türkülerinin minnetle mihnetle başı niye bu kadar feryat figan beladaymış bari şimdi bugünlerde anlayalım… Bölüşüm, yer küresinde her topluluğun en temel değeridir. Kimseyi aç, açık, çıplak, hiçbir şekilde dışarıda bırakmamak bütün toplumların en acil siyasi ve sosyal derdidir. Duyuyor musunuz beni altmış yılın sağ iktidarları, Demireller Tansular Özallar, bu çocukları birilerine ajan olacak denli aç çıplak sahipsiz kimler bıraktı? Duyuyor musun Özal, sattığın sadece köprü olsaydı, Anadolu’nun bu yoksul temiz çocuklarını Amerikan istihbaratının kucağına kimler attı? Eğitimle sağlıkla ekmek’le adaletle eşitlikle kim oynadı? İlkel toplumlarda dahi hediye alıp karşılığını vermeyen kabile üyeleri dışlanır, kovulur, cezalandırılır. Çünkü hediyenin karşılığı verilmezse, kabilenin üstüne büyük bir felaket gelir. Felaketimiz geldi… Nihat Genç Odatv.com |
2120 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |